13 Aralık 2010 Pazartesi

Zamazingo.

Yalpalanmak zamazingo bir iştir. Zamanzingo ne demek pek de bilmiyorum ama, oraya buraya fütursuzca çarpan bir şey gibi belki de. Her neyse.

Yalpalanmak sürüklemez aslında, sen de sürüklemezsin kendini. yalpalandığında, vurduğun yere vurma hızın senin elindedir. sürünmek yalan meseledir. Canın yansın istersin, bazen hazla acı çok benzer iplerde gezinir çünkü, hızla çarparsın. Buna da laf olsun diye sürüklenmek dersin işte. ve durana değin, onlarca kez farklı duvarlara çarpış. Biri sana der, "Evet ama sen istedin, sen belirledin hızı. Hatırla! Dur, hadi yavaş dedim, duraksamadın bile.". "Evet, ama.." dersin sonra, "Haz ve acı dediler, aynı ipte gezinirmiş dediler. Ben ondan... Yani ben.. Bilmiyorum ki, Siktimin ben" dersin. "Aa hadi takma kafanıı" der, en cahil, en yüzeysel tepkiyi veriverir. Kalakalırsın. Sonra bilardo masanın ortasında donakalırsın. Yeni bir ıstaka? Peki yeni bir sert vuruş? Yo hayır! İşte böyle, sakinleş.

Ama bazen de hızını yavaştan alırsın, usul usul geçersin ve belki nihayetinde bir deliğe oturuverirsin. Tadını çıkar.

Ama bazen çığlık atarsın, başka bir bilardo masasına geçmek istersin. Orada bir barmen vardır, geçenlerde senle en bir güzel maçı alıvermiştir. anımsar seni, üzerinde hafiften bir belirleyici vardır, küçük bir çizik. Kafası da güzel bizim barmenin, "aha!" der. kimse anlamaz, o senle metafizik kurallarının dibine vurmuş da bir bağ kurmuştur belki de, kim bilir. İşte eğer şansın varsa, ki neden olmasın, yan masaya geçersin. Ya da taa diğer barın masasına.

Istakalar mı?
Yeni mi?
Peki ama tebeşir?
Yeşil mi?
ama
bu bar..
Peki ama tepedeki ışık, ah göz alıyor.

Sakinleşirsin, yuvarlanırsın yeni masanda. Akarsın. Sürüklenmek yine yok, şanslısın. yine hız senin elinde. Konumunun farkında olduğunda gereksiz hızlı vuruşlar da yok, usulca geçişler var. Gerektiğinde de hızla çarparsın zaten, ne de olsa "hazla acı aynı iplerde gezinedurur.".

Nihayetinde, sürekli aynı masada kalsaydım ne olurdu diye düşünmeden edemez, oranın güven hissinin verdiği merak duygusuna arada kaptırırsın. Sonrası çay içerken muhabbete dalarsın, unutur gidersin zaten. Nolcaktı ki sanki.

22 Ekim 2010 Cuma

Minyatür yetişkin.

Neil Postman'a göre, çocuk kavramı 14. yy sonraları oluşmaya başladı. Öncesinde çocukluk diye bir dönemin oldugu bilinmiyordu. Bebeklik dönemi vardı ve minik varlıklar yürümeye başladıktan itibaren artık hayatlarını kendileri sürdürüyorlardı. O yakın anne bakımı yoktu. Hatta ortaçağda sıklıkla oynanan yetişkin oyunlarında bebekler "oyuncak" olarak kullanılıyordu,evet canlı bebekler. Ortaçağda yetişkin oyunları çok meshurdur. Saklambaçlar oynanır labirent bahcelerde, filmlerde bunun örneğine sıkça rastlanabilir. Bir de camdan cama bebek atma oyunu vardır mesela, bebek düşerse ölür ama bunu umursayan yok. Tüyler ürpertici gibi ama o baglamda düşününce ve bebeğin bugünkü masum anlamının o düşünce sisteminde yerleşmediğini düşününce normal.

Bunun dısında dediğim gibi cocuk kavramı hiç yoktu, ingilizce makalelerde "child" kelimesinin 15.-16. yy'larda ingilizceye girdiği söylenegelir.

Her dönemin tabloları o dönemin yaşantılarını yansıtan kanıtlardır. Amsterdam Historic Museum'da ilk kez gördüm ve müthiş heyecanladım ki tabloların hiçbirinde çocuk sureti yok. Sadece "minyatür yetişkin" ler. Yani o dönemin cocukları minik birer yetişkin gibi cizilmiş her tabloda. O donemin algısını görebiliyorsun ve buna ilk kez tanık oldum o müzede ve çok etkilendim. Yine diger tüm müzelerde de örneklerine sıkça rastladım. çocuklarını suratları neredeyse kırışık, hatta bebeklerin bile suratlarında bildigimiz belirginleştirilmiş yetişkin kaşı, gözü, sacı ve yaşantıların birikmişliğinin ifadesi. Hele giysiler, tamamen yetişkin giysileri.

tabi tüm bunlar ortaçağ avrupası için gecerli. orta asya kültüründe işler farklıdır sanırım, bu konuda okumadım.

Son olarak,
Postman 21. yy için de sunu tartısır,
"artık çocuklar yetişkinleşiyor, yetişkinler cocuklasıyor."

Ortacagda yetişkin olan cocuklar bir sonraki cagda çocuk oldular, şimdiyse yetişkin oluyorlar tekrar.

Artık sürekli cocuklarına fikir danısan anne ve babalar, cocuklarını korumayan ve onları 3 yasından itibaren birey gibi goren anne ve babalar var (bu elbette ki kotu bişi degil ama ucu kacmaya basladı bile, konu bu). özellikle avrupa yapımı filmler cok iyi yansıtıyorlar bu düşünceyi.

Artık cocuklar kanvas pantalonlar, deri ceketler ve siyah pabuclar giyiyor; bunun yanında yetişkinler birer cocuk gibi rengarenk giyiniyor. Renkli babetler, cicekli elbiseler vs. ya da ofislerinde rengarenk seyler oluyor masalarında. Düşün ki bazı yetişkinler sponge bob cantası takarken, bazı cocuklar deri sırt cantaları kullanıyor.

16 Eylül 2010 Perşembe

Maske.

maskeler..
maskeler olması gereken şeyler sosyal yaşamda.
evde patron olduğunu düşünsene şirket sahibi bir adamın,
ya da bir tasarımcı kadının işyerinde anne olduğunu.
ya da bir öğrencinin arkadaş grubunda da bunu sürdürdüğünü.
bir öğretmenin sevgilisiyle sevişirken yatakta da bu maskeyi taktığını bir düşün,
bir diplomatın veli toplantısına bu maskesini yüzünde unuttuğunu.
ya da bir babanın bu maskesini karısına da takınmasını koca maskesini hep dolapta unutmasını.


çokça maskemiz var, her ortam için ayrı ayrı kalıplarını döktüğümüz maskelerimiz var.
peki ama gerekli yerde gereken maskeyi alıp takmaya üşenmek de neyin nesi?
bir konuya dair bilgilerini gidip ilgili olmayan yerde aktarmak ve tüm davranışları buna göre şekillendirmek neyin nesi?
yatağında bir kadının öğretmenliğini sürdürmesi, bir tasarımcının anneci olması işyerinde, diplomatın diğer velileri ele geçirme çabası..
bunlar nasıl bir yanılsamanın, nasıl bir şuursuz bilgi geçişinin ürünü?

Gebe.

Şarap aş eriyorum,
Hamile miyim?
Yo hayır, değil.
Ama gebeyim haz veren fikirlere
Gebeyim yeni boyutlara
Gebeyim şarabi kadın olmaya..
Bu gebelik ne kadar sürer dersin?
Bilmiyorum.
Sancılı mı olur doğum?
Sanırım.

Ama peki dünyaya ne gelecek?

9 Eylül 2010 Perşembe

Dantel.

"nerede o eski bayramsızlıklar?" demeye varır mı iş yıllar sonra?
bu bayram işte o kadar bayramsızım.
eskiyi arama merakı, karşılaştırma güdüsü nereden çıkar?
bunun, eldekinin anlık değerini görememe ve eskisinin "o zamanlar" görülemeyen anlık değerini şu an görebilmekten başka bir şey olmadığına beni kim inandırabilir?

"nostalji" yapmak yaşamsal birikimi, sürekli geçmişte takılı kalmak ise obsesyonları düşündürür aslında bana.
kimler geçmişe takılı birer obsesif?
kimler gerçekten sadece yad eder ve geçer eski günleri?

sadece geçmişten konuşan adamlar ve kadınlar...
tik-tak horozlu saatleri, solmuş dantel örtüleri, kalın kadife perdeleri anımsatmaktan başka ne verdiniz bana?
sadece geçmişten konuşan adamlar ve kadınlar..
bugüne dair ne kadar çok şey yap-madınız.
ne kadar çok, az cümleniz var;
ne kadar çok, az sorunuz ve
ne kadar çok, az duygunuz.

bense,
kadife ve stor perdelerden kesip biçtiğim yaşamımla bir bütünüm.

5 Eylül 2010 Pazar

Sayım.

Yerinde saydığında bir yol gidilebilir gibi görünüyor, yo hayır bu bir hayal değil.
Yerinde sayarsan da bir yol gidersin,
Örüntüdeki en ufak bir değişim benzersizliği mümkün kılar.
Örüntümü değiştiriyorum "aynı yer"deki adımlarımla
İleri gitsem ne olurdu pek bilmiyorum gibi, ya da bilmek ne demek?
Ya da gitmek ne demek ileri?
Kendimi yerimde sayar gibi hissediyorum.
En az uyaranla en az sevinç, en az haz...
En az'lığı yaşıyorum hayatıma dair.
En az bedenim, en az fikrim, en az güzelliğimleyim bugün yine.
Küçük adımlara az kaldı belki de, sadece biraz yorgunum, bitkin
Sadece biraz.. başım çok birikkin.

22 Ağustos 2010 Pazar

Soyum.

Kadın evinde çıplak gezinmeye başladı. Yatağın üzerinde duştan sonra giyilmek üzere bekleyen iç çamaşırları ve giysileri hazırlamıştı oysa. Hoşuna gitti, havluyla bile kurulanmadan kendi nefesini akıttığı evinde, yine kendi nefesinin ve evinin sevişen havasıyla kurumaya bıraktı bedenini. Damlalar bedeninde kah akıyor keyfine bakıyor, kah sağa sola yalpalanıp nereye akacağını şaşırıyordu. Pek haksız değildi özellikle kavisli bölgelerdeki damlalar, hafif heyecanlıydılar. Sonra koltuğa da oturmadı kadın, yere uzandı. Hissetmeye koyuldu televizyonu açmadan evvel; olan bitenleri, içerisini ve dışarısını hissetmeye koyuldu.

Sonra, tuhaftır, yanında kendisi gibi yere uzanan adamı fark etti. Konuşmadılar.

Çıplaklık… Ne zaman giyinmeye başladık? Önceleri soğuktan korunmakken amaç, insanlardan korunmak için giyinmeye ne zaman başladık. Peki ama neden? Giyinmekle ayrılmadı mı sonrasında tüm fikirler. Herkes fikrine göre giyinmedi mi, yaşına göre ya da, işine göre, hatta mezhebine göre giyinmedi mi? “Görmesinler” diye giyindik en önce. Peki ama neyi? Herkesin bedeni aynı anatomik yapıya sahipken görmememiz gereken ne? Hatta kadın ve erkek birleştiğinde bir bütün olabilirken, neyi görmüyoruz? Bir yazar şuna yakın bir şey söylüyordu: “hayalimizdeki bedenle gerçek beden arasındaki farklılıktır zihnimizdeki bilinmezliği yaratan. İşte bu bilinmezlikle merak uyanır ve sonrasında hazza yönelme.” O halde gerçek imgeleri tam olarak gördüğümüzde hazzın sona ermesinden mi endişe ediyoruz? Yani o’nun bedenini ‘tamamen’ gördüğümüzde bilinmezlik yok olup arzu sona mı erecek? Hatta belki insanlar bu yüzden mi boşanıyor? Hatta belki de, bu yüzden mi sevişirken bile küçücük örtüler oluyor ipten bile olsa?

Zihinlerimiz yönleniyor giysilerimizle, istenen yöne doğru evriliyoruz giydiklerimizle. Evet, evrilmek! Bebekken yumuşak ve minik giysiler, sıcaklık uyandıran; çocukken olanca gücüyle renkli, saf ve yaratıcı ruha göndermeler; okula giderken kurallar taa giysilerden aşındırıyor beynimizi; ciddiyet uyandırmak için göğsümüzü kapatıyoruz olanca gücüyle, heyecanlarımız gizli; sevişirken açıyoruz en çarpıcı yerlerimizi, fışkıran enerjimiz bir engele takılmasın; korkutmak içinse diğerlerini, omuzlarımıza gösterişli şeyler iliştiriyoruz ya da kafamızı kapatıyoruz fikirlerimiz gizli kalsın diye, belki “düşman kuvvetler” görmesin diye; haşmetli “kutsal” bedenlerse uzun ve gösterişli entarilere bürünüyor, enerjileri bir yere dağılmasın endişesiyle…

Soyunmak istiyorum, giysilerime göre düşünmemek, soyunmak…

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Tuz ve Deterjan

Tanrım sanırım çok sıkıştım. Yo hayır fizyolojik olarak değil, kafam yaşadığım yere çok sıkıştı. Ortasından tutup çekiştirip gevşetmek işe yarar mı diye ellerimi kafama sabitledim, çekiştirdim. Hiç bir hareketlenme olmadı tabi.

İlişkiler ne kadar birbirine geçebilir? Kendimle diğerlerinin arasında kesişim alanının benim isteğime göre şekillenmesi ve dar bir alan olması için çabaladım hep. Bazen bu kesişimin dar olması bir zaman sonra sıkıntıları kusuyor adeta. Ortak noktaya girmeyi arzulayan her türlü şey ama her türlü şey, çok küçük bir yer olduğunu görünce buranın, kusuyor. Sonra sıçrıyor sadece bana ait olan alanıma o uzak ve soyut kalmayı umduğum şeyler. Hem de fütursuzca sıçrıyor giysilerime. Üstelik o an ne tuz bulmak, ne de deterjan dökmek çözüm oluyor.

Bir karında oluşan ve gelişen iki insan birbirinden en fazla ne kadar farklılaşabilir? Yukarıda anlattığım kadar farklılık oluşabilir, giysilerde onlarca çeşit lekeler oluşabilir, biliyorum. Peki bu lekeler oluşmaya tam olarak ne zaman başladı? Kendimin farkına varmamdan bu yana olabilir mi mesela. Hep ihtiyacım olan şey, ortak noktaların çok olması ve kendiliğinden ilişkideki ortak alanları genişletmesiydi. Eğer ortak noktalar çok değilseydi ve suni genişlemeler söz konusuysaydı, o zaman benim yapacak pek bir şeyim yok gibiydi.

Oysa başından beri hep aradım, nerede ortak noktalar diye hep bir arayış içindeydim. Ama ya yoktular, ya da görmeyi imkansız kılacak kadar azdılar. Çok da ihtiyacım vardı, o zaman belki kendime dair farkına varışlarım daha az sancılı olabilirdi.

Bir kitap bile okumamak ne tuhaf şu hayatta, duygularını ifade ederken bile haşin bir üslupta olmak ne kadar acı, kaşların çatıklığının günün büyük bir bölümünü oluşturması ne kadar uzaklaştırıcı, düşüncelerin derinliğe ulaşamaması ne kadar yüzeysel. Ben bunların farkındayım, keşke sen de olsan. Ya da belki sen de... o zaman keşke belli etsen.

8 Ağustos 2010 Pazar

Çarpıtılmış an'lar

     An' ı hissetmek, tam olarak nasıl  yapıldığını bilemediğimi düşündüğüm eylem. Bunu yapanların doğada yaşama fırsatı bulan kişiler olduğuna tanıklık ederken, nasıl klavyenin tuşlarına dokunurken ve suni ışıklı ekrana bakarken anı hissedebileceğimle ilgili bilgi yok zihnimde.

     Dün mesela, nargile içerken gökyüzüne baktım, baktığım yerde ağaçların yapraklarını da görebiliyordum. Başımı döndüren nargile dumanı hafif puslu kılarken baktığım yeri, ağaçların yapraklarını ve yıldızların da "doğasal" etkisiyle anı yaşadım gibi hissettim. Sonra minibüse bindiğimde tuhaf ve sinirli bakışlar, tüm gün birikmiş terlerin üzerine yeniden terleyen adamların kümülatif kokuları, kötü giysiler, kötü makyajlar ve "aliyim ablacım" diyen bir şoför varken irkildim. Burada da an "ter kokusu, sinirli bakış, kötü giyim, ablacımcı şoför"ü içeriyordu. Aslında burada anı yaşamanın önemi ne diye düşündüm, pis bir minibüsün içinde yaşamak istemiyorum ki o anın tadına varmak isteyeyim. Yine biraz kafam karışmış gibiydi. "An profesörleri"nin bunla ilgili kuramsal açıklamaları vardır eminim ama o da benim umurumda değildi.

     Pek çok şeyi detaylarına kadar hissedebiliyorum. İki uçlu duygulanımlar yaşıyorum çoğu zaman, hem de aynı konuyla ilgili. Bu ruh hastalığı gibi bir şey değil, sanmıyorum en azından, olsa da olsun zaten. Ama yorucu bir şey olduğunu biliyorum. Gel-gitler, geliş- gidişler, bazen gidişler ve dönmeyişler, nihayetinde kayboluşlar.

     Peki kaybolunca an nasıl yaşanır, karmaşık soyut bir sanat eseri gibi hissederken insan kendisini tam olarak hangi an'a odaklanacağını nasıl kestirir. Biliyorum an profesörü, şimdi şunu diyeceksin "karmaşanın kendi içindeki armonisine odaklanarak".

     Anladım profesör.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Gibi'ler.


     Bir yandan nemli havanın nefesini emmesiyle mücadele ederken, öte yandan kendimi ifade edebileceğim bir alan olmamasından yakındım. Kendimi kendime bile ifade etmemi engellerken bu küçük ev, ben kendimi sana nasıl ifade edebileceğimi kestiremedim. Yığılan yaşantılar, tasniflenmemiş eşyalar, üst üste binmiş ilişkiler, seslerin geçirgenliği, çırpınan gözler… Hepsi küçük bir eve sığışmaya üstelik yeni gelenlere de yer açmaya çalışıyorlardı. Olmadı üzerime birikecekler, sonra diğerinin üzerine, sonra ötenin üzerine birikecekler diye endişeliydim.
Önce göz kırptı yorgunluğuma yığıltılar, hoşuma da gitmedi değil. Önce üzerime düşen çok az şey  var gibiydi, hoşuma da gitmedi değil. Hatta önce boşluktu, hoşuma da gitmedi değil. Dakikaların birikmesine ve günlere dönüşmesine tanıklık ederken göremediklerimi görmeye başladım, hoşuma da gitmedi.

     Kaçışları getirdi peşinden hoşlaşmamalar. Farklılıkları yaratan tam olarak neydi? Kendime dönmemi engelleyen bu farklılıklara tahammülüm yok gibiydi. İstediklerime girişmemi sağlayan göremediğim noktalar var gibiydi. Keşfedilememiş benlikler, yitirilmiş düşünceler, görünmeyen duygular, renksiz damarlardan akan renksiz kanlar. Hepsi adeta birleşmiş. Değil soru işaretlerime yanıt bulmam, soru işaretlerini oluşturmam bile bu birleşke içinde mümkün değil gibiydi. Gibiydi, sanki soru işaretleri ünlem işareti kılığında gibiydi. Şaşkınlıklar vardı en fazla ve sorgulamaları getirmeyi engeller gibiydi.

  Hala fışkırmayı bekleyen sorular, düşünceler, duygular, yaratıcılıklar, renkler, kadehler, sevişmeler var gibiydi.

6 Ağustos 2010 Cuma

kapı

Kapıların çarpılmasıyla ifade edilen duygulanımlar... İki kişi tartışır, iletişim beceriksizleri olduklarından bir sonuca varamazlar ve yapay bir sonuç oluşturup kapılar yüzlere çarpılır. Yapaydır bu çarpış; çünkü, asıl çarpılmak istenen yer karşındakinin yüzüyken bu istek ansızın yön değiştirir. Üstelik geride bölünmüş bir yaşam alanı, çözülmeyen sorunların üzerine eklenmiş bir sorun daha bırakarak.